4-11 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nde en önemli tartışma konusu “manda” idi. Manda savunucuları ABD mandasının, yardımdan ibaret olduğunu, bağımsızlığımıza halel gelmeyeceğini savundular. Kongre öncesi Mustafa Kemal Paşa, mandayı savunanlarla yaptığı yazışmalarda sorularla, onları düşünmeye yöneltmiştir. 5. Fırka Kafkas Kumandan Vekili Arif, Amasya’dan 30 Temmuz 1919 Erzurum’da 3. Ordu Müfettişliği Erkanıharbiye Riyaseti’ne (Başkanlığı’na) “Amerika’dan herhangi şekilde bir hükümet talep etmeyeceğiz. Amerika’ya adil bir hükümeti tesis edeceğimizi temin edeceğiz” diye yazıyordu.[1] Atatürk de “Lehimizde bu kadar şartlar ortaya koymaya müsait bulunacak olan Amerika hükümeti, bu şekildeki mandaterliği kabul etmesine, yani buna katlanmasına karşılık Amerika namına ne gibi faydalar ve menfaatlar temin etmiş olacaktır? Bununla kendi hesaplarına olacak gaye nedir?” diye sormuştur.[2]
10 Ağustos 1919’da Halide Edip Adıvar da yolladığı mektupta Amerika mandasını “ehveni şer” olarak gördüklerini belirtiyordu. Sebepleri şunlardı:
1. Aramızdaki Hıristiyanlar, Avrupa devletlerine dayanarak karışıklık çıkaracakları için, bunun önüne ABD aracılığıyla amacı
2. “Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini idare ye kadir asri bir makine haline koyan Amerika”nın medeniliği.
3. İşgalcilerin ancak Amerika ile def edileceği inancı.
4. Amerika’nın çeşitli milliyet ve mezhepteki insanları kaynaştırmanın usulünü bilmesi.[3]
Kongre açıldığında 8 Eylül günü, Amerikan mandasını isteyen önerge gündeme alınır. Mandacıların görüşleri özetle şöyledir:
Borcunun faizini ödemekte zorlanan harap bir memleket vardı. Parasız, ordusuz ne yapılabilirdi! Onlar uçak ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyorduk. Bugün bağımsızlığımızı kurtarsak bile sermaye, dolayısıyla yatırım eksikliğinden dolayı yine günün birinde bizi paylaşırlardı. Sermaye, para, ordu, silah, mühimmat eksikliği öne sürülerek ABD’nin güdümü savunuluyordu.
Refet Bele şöyle konuşuyordu:
“Diyelim ki, biz harici ve dahili tam bir bağımsızlık isteriz! Fakat, acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz, yapamayacak mıyız? Ondan evvel, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı, bırakmayacaklar mı?… Yirminci asırda beş yüz milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak on, on beş milyon lira geliri olan bir kavim için harici bir müzaheret olmaksızın hayatı devam ettirmek imkanı olamaz! Eğer bundan sonra da bu halimizde kalır ve harici bir yardım sayesinde ilerleyemeyecek olursak, ihtimal, gelecekte Yunanistan’ın bile taarruzlarına karşı kendimizi müdafaa edemeyiz… Allah muhafaza buyursun, eğer, İzmir Yunanistan’da kalsa ve aramızda bir muharebe açılsa, düşmanımız, Yunanistan’dan vapurlarla asker getireceği halde, acaba biz Erzurum’dan hangi şimendiferlerle nakliyatımızı yapabileceğiz?”[4]
Kara Vasıf Bey “Bütün devletler bizi tamamen bağımsız bile bırakacaklarını söyleseler, yine müzaherete muhtacız” diyerek ABD mandasını savunuyordu. Sebebini şöyle açıklıyordu:
“Dört yüz ila beş yüz milyon lira borcumuz var. Bu parayı kimse kimseye bağışlamaz. Bize bunu ödeyiniz diyecekler; halbuki bizim gelirimiz bunun faizine bile kafi değildir. O zaman müşkül bir vaziyette kalacağız. Bunun için, bağımsız yaşamaya mali vaziyetimiz müsait değildir. Sonra, yanı başımızda bizi taksim etmeyi emel edinmiş hükümetler var; onların ihtiraslarına karşı mahvoluruz! Parasız, ordusuz ne yapabiliriz?
Onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz. Onlar dretnot (bir tür savaş gemisi) yapıyorlar, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Bu haller ile bugün bağımsızlığımızı kurtarsak bile yine günün birinde bizi taksim ederler.”[5]
Rauf Orbay da “memleketimize karşı en tarafsız vaziyette bulunan Amerika’nın müzaheretini kabule mecburuz” diyordu.[6]
MANDACI RUHUN ÜÇ TÜRÜ
Sivas Kongresi’ndeki mandacı ruhun, günümüzde üç türü vardır.
1. Katıksız teslimiyet: “Biz adam olmayız ama AB, ABD adam yapabilir” yaklaşımıdır. Denmektedir ki “AB, ABD gelişmiştir, çağdaştır, laiktir. Onlara benzeyelim. Onlar ne derse doğrudur, bizim insanımız yanlıştır. Kendi başımıza kalkınamayız, insan haklarında, demokraside ilerlemek için AB/ABD’ye muhtacız. Onları dinleyelim, onların isteklerini yerine getirelim. Kendimizi onların şefkatli koklarlına bırakalım.”
2. Çaresizlik: Sivas Kongresi’ndeki yaklaşım. Paramız yok, ordumuz yok, gemimiz yok…
Bu, bir nebze anlaşılır. Kendi gücünün yetersizliği karşısında halkının en az sıkıntılı yoldan kurtuluşunu amaçlarlar. Halka güvenemezler. AB, ABD desteğine bel bağlarlar.
3. Ehveni şer: Dün “İngiltere mandası olacağına ABD olsun” şeklindeki anlayışı bugün, “Batı (AB, ABD) da matah değil ama Saddam’a, Esad’a, Kaddafi’ye, Taliban’a göre ehveni şer. Çünkü bunlar diktatör, asıyor, kesiyor” şeklinde.
3. mandacı ruh, en kafa karıştırıcı olandır. İyi niyetlidir, yufka yüreklidir, mazlumların yanındadır. Mazlum ülkelerdeki sıkıntılara karşı tercihi, beğenmese de AB, ABD’dir. Mazlum ülke halkını düşündüklerini belirtirler ama mazlum halkın kendi kaderini tayin etmesine bile, onlara rağmen karşıdırlar. “Ne yani Saddam, Esad, Kaddafi, Taliban halkına diktatörlük mü uygulasın!” derken AB, ABD’nin en büyük diktatör, katliamcı, tecavüzcü, yobazlık yayıcısı olduklarını unuturlar. Suriye’de ciğer yiyen vahşilerin Batı tarafından silahlandırıldığını bilirler ama buna rağmen AB, ABD’yi “laik” bulurlar. Evet, bu ülkeler kendi halkına laik ama sömürdükleri halka gerektiğinde yobazdırlar. Emperyalist devletler için sömürü en fazla nasıl artacaksa, iktidardaki anlayış laikse, yobazı, yobazsa, laiki destekleyebiliyorlar.
Dahası Atatürk’ün “hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle olsun!” sözünü paylaşırlar ama iş, bu ülkelere gelince, onların kendi kaderlerini tayinlerine onlar adına izin vermezler. Çünkü o ülkelerin halkının acılarına üzülürler. Diğer yandan o ülkelerin halkına güvenemezler. Halkın karşısındakiler “dişlidir” ama, halk onlarla baş edemez hiçbir zaman. Yufka yüreklidirler ama halkın mücadele yeteneklerini küçümserler. Bunu açıklıkla söylemezler ama sonuç, buraya çıkar. “Keşke AB, ABD başta olsa” diye düşünerek yabancıların öğütlerinin dinlenmesini öğütlemiş olurlar. Dolayısıyla çelişkilidirler. Mandacı olduklarının farkında değildirler.
“Ne ABD Ne Taliban” derken Taliban’ın şeriatçı anlayışına ortak olmadıklarını, kire bulaşmadıklarını, yani temiz kaldıklarını sanırlar ama bunun Afgan halkına da Türkiye’ye de faydalı olmadığını anlamazlar. Çünkü Afgan halkı, bizim ağzımızdan çıkanı uygulamayacak. Bir yanda silah gücü yüzlerce kat fazla ABD diğer yanda Taliban varken çatışmanın sonucunda ABD’nin yeneceği baştan bellidir. Dolayısıyla “ama Taliban” diyerek aslında belki de Afganistan’ın yeniden Batı işgaline maruz kalmasına neden olacaklarını düşünmezler. Onlar için “temiz kalmak” önemlidir. Ülkemiz içinse sığınmacı sorunu ancak Afganistan’ın mevcut hükümetiyle, yani Taliban’la temas kurarak çözülebilir. Eğer yönetim beğenmeyeceksek emperyalist olduğu için Batı hükümetleriyle ilişi kurmamalıydık. Ama bir düşünelim: Almanya, emperyalist diye iletişim kurmazsak oradaki Türklere nasıl yardımcı olacaktık?
Atatürk’ün padişah, halifelik, kadın hakları demeden önce, “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasıyla vatanın bağımsızlığını öncelikli gördüğünü bilirler ama Afganistan’ın ABD işgalinden kurtulmasını beğenmezler. Oysa önce işgalcinin kovulduğuna sevinilir. Sonra kendi içinde mücadele verilmesi kolaydır. İşgalin devamı değil, sona ermesi, içerideki hakları geliştirecek halk mücadelesinin önünü açar.
“Manda ve himaye kabul edilemez” sözünün anlamı “bir millete kendi mücadelesinin dışında kolaycı kurtuluş yok” demektir.
[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.19 (Nutuk), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 85.
[2] Age, s. 86.
[3] Age, s. 86-89.
[4] Age, s. 96.
[5] Age, s. 98.
[6] Age, s. 100.