Gündem

Namık Tan: “Çağdaşlaşma alanında dünyada öncü rol oynama Türkiye’nin en öncelikli hedefi olmalıdır”

CHP İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Başdanışmanı Namık Tan, TBMM Genel Kurulu’nda CHP Grubu adına konuştu. CHP Genel Başkan Başdanışmanı Namık Tan, konuşmasında “Çağdaşlaşma alanında dünyada öncü rol oynama Türkiye’nin en öncelikli hedefi olmalıdır!” ifadelerine yer verdi.

CHP Genel Başkan Başdanışmanı Namık Tan’ın TBMM Genel Kurulu’nda CHP Grubu adına yaptığı konuşması şöyle:

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Ulusal Sürücü Belgelerinin Karşılıklı Olarak Tanınması ve Değişimi Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi için Cumhuriyet Halk Partisi adına söz almış bulunuyorum. Bugün oylayacağımız bu ve diğer uluslararası anlaşmaların, parti gruplarının uzlaşmasıyla komisyondan geçtiği hepinizin malumudur. Bu açıdan anlaşmanın içeriğine dair bir tartışmamız olmayacak.

Ancak, şahsıma gelen bu söz hakkını Genel Kurulda bulunan siz saygıdeğer milletvekillerimiz ve televizyonlardan bizleri izleyen halkımızın önünde, partimizin genel dış politika anlayışına ve iktidarın bu çerçevedeki hatalı uygulamalarına dikkat çekmek amacıyla kullanacağım.

Öncelikle, partimizin dış politikaya dair söylemlerinin dayandığı temel ilkeleri vurgulamak ihtiyacını hissediyorum. Zira iktidar çevrelerinde son zamanlarda zihinlerde istifham yaratacak görüşler ve yaklaşımlar bulunduğunu görüyorum.

Her şeyden önce şunu bilmenizi istiyorum: Cumhuriyet Halk Partisi’nin dış politika anlayışı, Cumhuriyetimizin kurucusu, ebedî liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, sosyal adaleti ve refahı önceleyen, çağdaş bir hukuk devleti olarak kurulması hedefi üzerine bina edilmiştir. Atatürk’ün, devrimlerini gerçekleştirerek Batılılaşma hareketine öncülük etmesinin temel sebebi de budur.

O yüzden, genç Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi esas itibariyle Batılılaşma ya da çağdaşlaşma hedefine, milli değerlerinin korunup gözetilmesine özen gösterilmesi suretiyle belirlenecek özgün politikalarla ulaşma anlayışına dayanıyordu.

Nitekim Atatürk’ün Batılılaşma siyaseti, Batı medeniyetinin temelini oluşturan hak ve özgürlükleri, evrensel değerleri, bağımsızlığı, eşitliği, hukuku ve adaleti, akılcılığı ve bilimi, çoğulculuğu, milli birliği ve beraberliği, halkın refah ve mutluluğunu, kısacası çağdaşlığı önceleyen bir özgünlüğe sahipti. Atatürk, bu çağdaş ilkelerden esinlenerek zamanın ruhunu yakalamayı ve bizzat geliştirdiği özgün değerler sistemi ile Türkiye’yi birçok alanda Batı medeniyetinin de önüne geçirebilmeyi başardı. Örneğin, Türk kadını, bu sayede Batılı kadınlardan çok daha önce seçme ve seçilme hakkını elde edebildi. Türkiye, bu sebeple yakın çevresindeki ülkelerin birçoğundan daha önce laikliği ve demokrasiyi benimseyebildi. Türkiye, bu sayede dünyanın 20 büyük ekonomisi arasına girebildi.

Bugün uluslararası planda elde ettiğimiz her şeyi, bizzat Atatürk’ün vazettiği, bilim ve aklı önceleyen özgün Batılılaşma ilkelerine borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız.

CHP’nin kuruluş felsefesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile tamamen örtüşmesinin esas sebebi budur.

Partimiz, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık ilkelerini temsil eden “altı ok” kavramını bu yüzden benimsemiştir.

Tabiatıyla, bu ilkeler partimizin dış politika anlayışı bakımından da belirleyicidir. Yani, bizim dış politikamız Cumhuriyetçidir, Milliyetçidir, Halkçıdır, Laiktir, müteşebbisliği de kapsayacak şekilde devletçidir ve inkılapçıdır.

Bu noktada bir hususa önemle dikkat çekmek istiyorum: Atatürk’ün esaslarını belirlediği ve doğal olarak CHP’nin de bütünüyle benimsediği Batılılaşma çerçevesinde Batılı olmak; Batılı ülkelerin suyuna gitmek ve onlar ne istiyorsa yapmak demek değildir. Onlara boyun eğmek, Türkiye’nin çıkarları aleyhine sergiledikleri politikalara göz yummak, tepki göstermemek hiç değildir.

Atatürk’ün bizzat muharebede karşı karşıya geldiği Batı ülkeleri ile güven temelinde ilişkiler kurmasının ve çağdaşlaşmayı Batı temelli gerçekleştirmesinin nedeni, bilim ve teknolojinin, akılcılığın ve ilerlemeci düşüncenin, toplumsal refahın o dönemde en üst düzeyde olduğu yerin Avrupa olmasıydı.

Bugün de kusurları ve eksiklikleri olmakla birlikte mevcutların içinde en iyi yürüyen demokrasiler, adalet anlayışının ve hukukun üstünlüğünün en çok gözetildiği ülkelerin Avrupa’da yer almakta oldukları malumlarıdır.

Yarın dünyanın bir başka kıtasında, bu konuda daha ön plana çıkacak ülkeler olursa da yönelimimizi uygun şekilde gözden geçireceğimiz tabiidir.

Aslında, gönül ister ki, bu ilerlemelerde biz Türkiye olarak herkesten daha önde ve öncü olalım ve dünya yönünü bize çevirsin.

CHP’nin savunduğu Batılılık, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın vazgeçilmez şartlarından olan laikliğe, demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, evrensel değerlere saygı gösteren ve bunları benimseyip özümseyen insan olmak demektir. Zira bu anlayışla sahip bir insan, hakkını ve hukukunu korumak bakımından çok daha donanımlı ve etkilidir.

Şimdilerde, yaklaşık 300 yıl önce başlatılan Batılılaşma sürecinden bilinçli şekilde uzaklaşılmakta olduğuna delalet eden iktidar kaynaklı birçok dayatmaya şahit olmaktayız.

Bugün devletin kurumsal yapısı büyük ölçüde bozulmuş vaziyettedir. Hukuk ve adalet sistemi, laiklik ve demokratik kurumlar zafiyet içerisindedir. Temel hak ve özgürlükler alanında ciddi bir gerileme söz konusudur.

Tabiatıyla, bu durum uluslararası planda Batı aidiyetimizin sorgulanmasına ve giderek çağdaş dünyadan soyutlanmamıza yol açıyor. Üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşlarda hak ve menfaatlerimizi etkin şekilde korumakta zorlanıyoruz.

Güvenilirliğimiz, saygınlığımız ve öngörülebilirliğimiz yara alıyor. En önemlisi, şu sırada ekonomimizin karşı karşıya bulunduğu çok ciddi sorunlara çare bulunmasına yardımcı olacak doğrudan dış yatırımların Türkiye’den uzaklaşmasına yol açıyor.

Dolayısıyla, özellikle iç siyasete dönük kısa vadeli hesaplarla epey bir süredir körüklenen Batı karşıtlığının, başta ekonomimiz olmak üzere Türkiye’ye hemen her alanda ciddi maliyet oluşturmakta olduğu görülüyor.

Ayrıca bu durum güvenilirlik ve tutarlılık bakımından zaten ciddi zafiyet içinde bulunan dış politikamıza da ilave bir yük teşkil ediyor.

Öte yandan, popülizm temelli Batı karşıtlığı, özellikle müttefiklerimiz ile ilişkilerde gereksiz sürtüşmeler ve gerginliklere sebep oluyor.

Bu çerçevede, ânî ve beklenmedik davranışlar sergilediğimiz için bütün muhataplarımız nezdinde inandırıcılık sorunu yaşıyoruz.

Örneğin bir iki yıl önce Türkiye’nin düşmanı olduğunu öne sürerek, ölçüsüz tepkiler verdiğimiz ülkelerle birden bire kucaklaşabiliyoruz. İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır ile ilişkilerimizin yakın geçmişine göz attığımızda bu çerçevedeki ibret verici tabloyu görmek mümkün. Ya da bir gün sıcak davrandığımız lideri ertesi gün küsebiliyoruz. Bakınız Yunanistan ile ilişkilerimizde bunu sık sık yaşıyoruz. Bu tür duygusal çıkışlar güvenirliğimizde ve öngörülebilirliğimiz üzerinde yıkıcı etkiler yapıyor.

Diğer taraftan, karşı olunan batılılaşma olgusuna sözde alternatif oluşturmak üzere ortaya atılan “yerlilik ve millîlik” kavramının da gerçekçi ve inandırıcı bir tarifinin yapılmadığını görmekteyiz. Ülkenin ekonomisi ve sanayii hemen tamamen Batı malı makine ve teçhizat ile üretim yaparken, insanlarımızın bir çoğu Batı teknolojisi ile üretilmiş cihazlar kullanırken, Batı ürünü olan her şeye rağbet ve bu denli yüksek iken, sokaklardaki işletmelerin çoğu Batı isimleriyle faaliyet gösterirken “yerlilik ve millîlik” içi boş popülist bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Bu kavramın altını dolduramayan iktidar ve devlet destekçileri en kolay yolu seçerek, Batı yanlısı kitleyi vatan haini ithamında bulunmak suretiyle sindirmek gibi sığ bir yola başvuruyor.

Böylece ülke içinde zaten var olan kutuplaşma giderek derinleşiyor, nefret söylemi ve yabancı düşmanlığı zemin kazanıyor.

İktidarın, manşetleri yaşamakta olduğumuz derin ekonomik sorunlardan uzaklaştırmak ve milliyetçi muhafazakâr tabanı konsolide etmek amacıyla Batı karşıtlığını bir araç olarak kullanmakta olduğu aşikardır.

Ancak, terör ve düzensiz göç gibi hassas konuların belirleyici rol oynadığı şu günlerde bunun toplumsal barış ve iç huzur bakımından büyük riskler taşıdığının değerlendirilmesi icap eder. Bunun, ayrıca demokrasi ve özgürlükler alanında büyük maliyet karşılığında elde ettiğimiz kazanımlara da ciddi tehdit oluşturduğunun görülmesi gerekir.

Öte yandan, iktidar kurucusu olduğumuz Batı kurumlarının Anayasamız ile teminat altına alınmış temel ilkelerini pervasızca ihlal etmekten de geri kalmıyor.

Bunun en somut örneği Osman Kavala davasıdır. Bu dava, Türkiye’de yargının yürütmenin emrine, diğer bir deyişle tek adamın keyfine tâbî kılındığının en güzel örneğidir. Kavala’nın işlediği öne sürülen suçta yalnız olmadığını ileri sürerek iddianameye inandırıcılık kazandırmak amacıyla uydurma suçlarla sanık yapılan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman’ın ve daha nicelerinin maruz bırakıldıkları yargı süreci sadece iktidar için değil, buna alet olan yargı mensupları için de; sadece bu iktidar döneminin değil, tüm hukuk tarihimizin kara bir sayfası olarak yer alacaktır.

Çağdaş değerlerden söz ederken anayasal bir organ olan Yüksek Seçim Kurulu’nun onayıyla son seçimlerde TBMM Üyeliği için aday olan ve iktidarın dilinden düşürmediği “milli iradenin tecellisiyle” milletvekili seçilen Can Atalay’ın maruz kaldığı hukuksuzluğa değinmeden geçemeyiz. Yüce Meclis ve onun başkanı tarafından Hatay halkının iradesinin hiçe sayılmasını görmezden gelemeyiz. Bu vesileyle, hakkında herhangi bir hüküm bulunmayan Can Atalay’ın vakit geçirilmeksizin serbest bırakılarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi sıralarındaki yerini bir an önce almasının sağlanması için iktidar ve emri altındaki yargıya şahsım ve partim adına çağrıda bulunuyorum.

Bugün değinmeden geçemeyeceğimiz bir diğer hukuksuz esaret ise, gazeteci Merdan Yanardağ’ın 1 haftadır Silivri’de tutuluyor olmasıdır. Yaptığı açıklama bağlamından kopartılarak hedef gösterilen Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, demokrasilerin temeli olan basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkına vurulmuş bir darbedir.

İktidarın basın ahlakına ve meslek ilkelerine her zaman sahip çıkan onurlu gazetecileri susturma çabanız, ülkemizin Dünya’daki itibarını yerle yeksan etmektedir.

Bir devletin meşruiyetinin temeli hukuk ve o devletin hukukun çerçevesini çizen anayasasıdır. Kendi anayasasını çiğneyen bir anlayış, kendi devletinin ve iktidarının meşruiyetini de yok eder. Bu konuda iktidara bir ciddi çağrıda daha bulunarak onları Anayasamızın başta 13. Maddesi olmak üzere birçok maddesi çiğnenmek suretiyle iptal edilen İstanbul Sözleşmesi kararlarından dönmeye çağırıyoruz.

Anayasamızın 13. Maddesi şöyle diyor: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu sözleşmenin adını İstanbul’dan alması bile bizim için bir gurur vesilesiydi.

2012 yılında Meclisimiz bu sözleşmeyi partilerin uzlaşması ile onaylayarak yürürlüğe soktu. Avrupa’da kendi alanında bir ilk olan bu sözleşme, kadınları sadece ev içinde değil aslında her alandaki şiddete karşı korumayı; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmayı, kadınları güçlendirerek onların erkeklerle fiilî eşitliğini sağlamayı, şiddet mağdurlarını korumayı amaçlıyor.

Bildiğiniz üzere dünyada ayrımcılığa ve zulme uğrayan en kalabalık nüfus topluluğunu, insanlığın yarısı anlamına gelen kadınlar oluşturuyor. Biz bu sözleşmenin oluşturulması ve hayata geçirilmesi sürecinde Türkiye olarak öncü rol oynamıştık ve bu ülkemiz için, hepimiz için bir gurur vesilesi olmuştu.

İstanbul Sözleşmesi, erken Cumhuriyet döneminde kadın hakları konusunda birçok Batı ülkesinden daha önce adım atan ülkemizin aradan geçen zaman içerisinde bu konudaki tutarlılığının değişmediğini dünyaya iftiharla anlatabildiğimiz biz vesikaydı. Şimdi ise, kendi emeğimizle hazırlanan bu sözleşmeden, kendi anayasamızı ihlal ederek Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile çıktığımızı iddia ediyorsunuz. Sizleri, ne temel hukukla, ne demokrasinin ve insan haklarının ruhuyla bağdaşabilen bu ayıptan bir an önce dönmeye çağırıyorum.

İstanbul Sözleşmesi vesilesiyle değindiğim bu tarihsel tutarlılık konusu üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Dış politikada etkin ve saygın bir konuma gelmenin en önemli gereklerinden birisi, o ülkenin kendi tarihsel değerleri ile tutarlı bir politikayı istikrarlı olarak takip etmesidir. Bu yüzden, Türkiye’nin batılılaşma sürecinin özgün bir anlayışla geliştirilerek devam ettirilmesi zaruridir. İktidar, bu sürecin önünün kesilmesine sebep olabilecek popülizm temelli girişimlerden vazgeçmelidir. Aksi takdirde, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin dış politikada yeni bir yalnızlık dönemine girmesi kaçınılmaz hale gelir.

Bu yüzden, çağdaşlaşma alanında dünyada öncü rol oynama Türkiye’nin en öncelikli hedefi olmalıdır. İçinde bulunduğumuz siyasi ve ekonomik sıkışmışlıktan çıkmak için başkaca bir seçeneğimiz yoktur. Aksi takdirde Türkiye, ecdadının üç yüz yıllık çabasını yok saymış ve bir anlamda kendi kendini inkâr etmiş olacaktır.

Bu konuşma vesilesiyle, mensubu olmaktan onur duyduğum ve kırk yıla yakın hizmet ettiğim Dışişleri Bakanlığımızın ideolojik amaçlar uğruna hoyratça kullanılmakta olduğunu görmekten derin üzüntü duyduğumu da kayda geçirmek istiyorum.

Hariciyemizde, meslek memurluğu kavramı giderek yok oluyor. Usta çırak ilişkisi yoluyla yürütülen geleneksel eğitim neredeyse sona ermiş durumda. Bakanlığa daha yeni alınan memurların tecrübe kazanma imkânları giderek daralıyor. Mevcut nitelikli meslek memurlarından da etkin şekilde yararlanılamıyor. Profesyonel kadroların yerine sistemli şekilde eski siyasetçileri alıyor.

Makul ölçülerin dışına taşmış bulunan bu atamaların yanlışlığına ve ilerde dış politikamızda ağır maliyet yaratacağını dair uyarılara kulak asılmıyor.

Dışişleri Bakanlığı, dış politikamızın oluşturulması sürecinden tamamen, uygulamasından da büyük ölçüde dışlanmış durumda. Bütün kararlar kişisel zeminde alınıyor ve liyakatsiz kadrolar tarafından uygulanıyor. Dış politikamızın oluşturulmasında artık kurumların herhangi bir rolü kalmadı. Dışişleri Bakanlığının profesyonel kadrolarının öngörülerine, telkinlerine ve değerlendirmelerine epey uzun bir süredir kulak verilmiyor. Dış politikamız siyasi liderlerimizin kişisel heyecanları çerçevesinde belirleniyor. Bütün kararlar kişisel zeminde alınıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaşamın her alanında olduğu gibi, dış politikanın belirlenmesinde de tek söz sahibi. Kimseyi dinlemiyor, kimseye itimat etmiyor. Oysa, kişisel akılla belirlenen ve yürütülen dış politika öngörülebilir değildir. Risk ve güvensizlik barındırır. Gerçek müttefiklerinizin ve gerçek dostlarınızın yanınızdan giderek uzaklaşmasına sebep olur. Yalnızlıktan kurtulamazsınız. Bu sadece şahsi yalnızlık anlamına gelmez, ülkenin bütününü de etkiler.

Tarih boyunca hayranlık uyandırıcı sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştiği Dışişleri Bakanlığımızı, iç siyasetin dar kulvarından çıkararak bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklamak konusunda yeni Dışişleri Bakanımıza çağrıda bulunmak istiyorum. Yeni Dışişleri Bakanımızın, Hariciye Teşkilatımızı bir siyasi partinin komiserliği görüntüsünden kurtaracağına da inanmak istiyorum.

Bu eşiğin önündeki kapıdan geçerken, bu kadar badirenin ardından çıkarmamız gereken dersler olduğu kuşkusuz.

Bunların ilki, dış politikanın ciddiyet, ehliyet, birikim, sağduyu ve uzlaşı gerektirdiğidir. İkinci ders, sığ ve popülist hamasetin, hakaret ölçüsüne varan ‘ergen refleksleri’nin Türkiye gibi saygın tecrübeli bir devletin ağırlığıyla mütenasip olmadığıdır. Sonuncu ve en önemli ders, ideolojik körlüğün revizyonist bataklığına saplanmış bir dış politikanın eninde sonunda küçük düşürücü tercihlerle yüzleşeceğidir. Bu hatalı politikaları, bir noktada sonuçlarına katlanacağımızı bilerek uyguladığımızı dahi zannetmiyorum. Zira, ideolojik körlük uzun erimli düşünmemize hep engel oldu.

Sonucu hüsrana giden maceralı yolculuğumuzun ardından, geçmiş hatalarımızdan ders çıkararak, sağduyunun olgunluğuyla önümüze bakmamız ve gerçeklikle bağımızı koparmadan dümeni bozuk dış politikamızı onarmamız gerekiyor. Bu elbette zaman alacaktır. Zira, güveni yeniden tesis etmek çok zordur. Umalım ki, bundan sonraki hassas ve kırılgan dönemde, dış politikamızı yaparken, macera vaat eden çıkmaz sokakların ‘değerli yalnızlığı’ yerine, saygın ve kural temelli ‘değerli birliktelikleri’ önceleme akılcılığını gösterebiliriz. Aksi takdirde, daha büyük yeni bir savrulmayla başladığımız yere dönmemiz kaçınılmaz olur.

Sözlerime son verirken, Cumhuriyet Halk Partisi olarak kurucu önderimiz Büyük Atatürk’ün vazettiği ilkeler çerçevesinde, uluslararası vizyonumuzun ve misyonumuzun, dünyada barışın, bölgemizde istikrarın, ülkemizde tam demokrasinin ve ekonomik büyümenin inşasına, korunmasına ve güçlendirilmesine odaklanacağını vurgulamak isterim.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu